Eliyle tuvaletten taş çıkarırmış! Urfa’da gurbetçi bir öğretmenin anıları…
Henüz 19 yaşındayken nişanlısını geride bırakıp Şanlıurfa’ya öğretmen olarak gelen Malatyalı bir isimdi Süleyman Özerol. 9 yıl boyunca yeni nesiller yetiştirme adına türlü türlü fedakarlıklarla görev yaptı bu şehirde. Biz de o dönem yaşadıklarına, hala unutamadıklarına, kendisinde iz bırakanlara, onun gözünden Urfa’ya değindik ve sorduk:
Bizler sizin 1970’li yıllarda Şanlıurfa’nın farklı yerlerinde görev yaptığınızı biliyoruz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Kaç yaşındasınız, nerelisiniz, kaç yıllık öğretmensiniz?
1 Kasım 1953 tarihinde Hekimhan’ın Ballıkaya (Mezirme) köyünde doğdum. Babam Hasan, annem Zehra’dır. İlkokulu kendi köyümde okudum.
Akçadağ İlköğretmen Okulu’nu 1972 yılında bitirdim, Urfa ve Malatya’da çeşitli okullarda görev yaptım, 1998’de emekli oldum, aynı yılın Haziran ayında Malatya Yorum Gazetesi yazı işleri müdürlüğünü yürütmeye ve anı, öykü, makale türü haftalık yazılar yazmaya başladım.
Şanlıurfa’ya kaç yılında geldiniz ve kaç yıl görev yaptınız?
1972 yılı yaz dönemi Urfa’ya atadım. Vatan İlkokulu’nda depo öğretmeni olarak göreve başladıktan sonra 1 Eylül 1972 tarihinde Urfa Merkez Yetiştirme Yurdunda öğretmenliğe başladım.1975 yılında Merkez Kısas köyü İlkokuluna atandım. Burada 3 yılı yönetici olmak üzere 6 yıl görev yaptım. 1981 yılı Nisan ortasında Siverek ilçesine atandım. Aynı yılın Eylül ayı sonunda memleketim Malatya’ya atamam yapıldı. Yani 9 yıl bir ay sonra Urfa’dan ayrıldım.
Öğretmen Özerol kente ilk geldiğinde yüzüne çarpan o sıcaklığın hala etkisinde… O an ki hissini şu sözlerle anlatıyor:
Bölgenin etkisini özelikle Birecik köprüsünü geçtikten sonra duyumsadım. Ağustos ayı ortasında geldiğim için sıcak oluşunun etkisini unutamam.
Araştırıp geldiği Şanlıurfa’da daha önce buralarda polis olarak görev yapan akrabasının tavsiyesiyle ilk olarak İsotçu Pazarı’na gitmiş Öğretmen Özerol.
60’lı yıllarda Urfa’da 10 yıl kadar polislik yapan bir akrabam vardı, bana tanışmam için İsotçu Pazarında tanıdığı bir bakkalın adını vermişti. Aslen Vartolu olan Mehmet Hakyol (Muhammedi Kaley). Muhammet amcayı buldum. Tanıştık, çay içerken, “Biraz önce karşıdaki bir esnafa İsotçu Pazarını sorduğumda ‘bilmiyorum’ dedi” dedim. Güldü, “Seni polis sanmışlardır” dedi.
Neşet Ertaş’ın deyişi ile Urfa’da tanışmış ve anılarında güzel bir yer edinmiş bu sanat.
O gün beni evinde konuk etti, o zaman plakları vardı ve uzun süre türkü dinledik. “Ela gözlü şahtan bir dolu geldi/Bir sen iç sevdiğim bir de bana ver” adlı deyişi dinledik, kimin çalıp söylediğini sorduğumda, “Neşet Ertaş” dedi. Plaktaki türkü bitince baktım, gerçekten de Neşet Ertaş imiş. Deyiş, Neşet Ertaş’ın radyoda söylediği türkülerinden çok farklı idi…
Gelenlerin kısa sürede ayrıldığı yetiştirme yurdunda 3 yıl görev yapmış sonrası Kısas. Orada yaptığı ilk iş ise tuvalet yapmak olmuş, şaşkın bakışlar arasında…
“Yatılı okul geleneğinden geldiğim için personel ve çocuklar ile çok iyi uyum sağladım. Pek çok kişi üç yıl görev yapmamı yadırgamıştı.
Kısas köyünde öğretmen evi olmadığından köy evinde oturdum 1975-1976 öğretim yılında. Kısas 500 haneli bir köydü. Okul batıda, tuttuğum ev ise tam doğuda idi. İlk işim tuvalet yaptırmak oldu. Tuvalet yapılırken çokça kişi gelip izlemişti. Kocaman bir oda gibiydi. Tek odalı evi, perde ile ikiye ayırdık. Babam duvar ustasıdır, yanımıza geldiğinde betondan banyo ve bulaşık için ‘çark’ yaptı. “
Yaşadığı zorluklar da vardı elbette Öğretmen Özerol’un. Bunlardan en ilginci tıkanan tuvaleti açmak için elleriyle taş çıkarmasına rağmen hakkında “Okula bakamıyor” diye açılan soruşturma…
Yetiştirme yurdunun binaları Kızılay’a ait tarihi yapılardı. Burada en çok kış dönemleri ısınma sorunu idi.
Kısas’taki büyük sorun her yaz döneminde onlarca camın kırılması ve maddi sorun olmasıydı. Camları Urfa’dan getirip kendim takıyordum maddi yük olmasın diye.
İçme ve kullanma suyunun yetersizliği büyük sorun idi. Tuvalete giren öğrenci olsun öğretmen olsun su sorunu yaşıyordu. Tuvaletler sıkça tıkanıyordu. Elimle tuvaletlerden taş çıkardığımı hiç kimse unutamaz orada.
Okulun çevresinde duvar yoktu, tel örgü vardı. Bu nedenle tatil günlerinde bina zarar görüyordu. Duvar, su ve tuvalet konusundaki başvurularımdan (beş kez resmi yazı) sonuç alamadım. 12 Eylülden sonra ise bana okula bakmıyor diye soruşturma açtılar.
Çok yönlü bir isimdi Öğretmen Özerol. Bugüne kadar 70’e yakın kitabı hazır hale getirmişti. Şiire ilgili ilkokula dayanıyordu. Resim yapar, bağlama çalar, türkü söylerdi. Malatya kültürüne ve toplumsal yaşamına katkılarından dolayı ödüllendirilen bir isim. İlgi alanlarını Şanlıurfa için de kullandı. Siyah Beyazlar adıyla Şanlıurfa’nın siyah beyaz fotoğraflarını arşiv niteliğinde kitaplaştırdı Öğretmen Özerol. 30 yıl önce Almanya’dan getirttiği makine ile çekmişti fotoğrafları.
Akçadağ İlköğretmen Okulunda okurken çektirdiğim fotoğraflar vardı. Okulu bitirince kendim de makine aldım ve fotoğraflar çektim. Fotoğraf işi daha kolaylaşıyordu ama siyah beyaz fotoğraf da tarih oluyordu. Bu nedenle çektiğim ve bende var olan siyah beyaz fotoğrafları iyi korudum. Urfa’da ana caddeyi hemen her gün adımlardım. Hemen her Pazar günü Balıklıgöl ve kaleye giderdim. Şimdi düşünüyorum da aslında çok fotoğraf çekmemişim.
Öğretmen Özerol, dönemin öğretmenlerin uğrak yeri Urfa Palas’ta gurbetçi öğretmenler için aranan isim olmuştu.
Otel kâtibi Fethi’nin bir gözü engelli olduğundan Kör Feti deniyordu. Otele öğretmenler geldiğinde beni arıyor, “Hemşerin, arkadaşların geldi” diyordu. Bir keresinde aradı, gittim ve ‘hemşeri’ olarak belirttiği öğretmen arkadaşın Kayserili olduğunu öğrendim. Rahmetlik olduğunu öğrendiğim Kör Feti’ye göre Elazığlı, Tuncelili, Sivaslı, Maraşlı hep hemşerimdi.
Öğretmenlerin uğrak yeri olan Urfa Palas otelinin, belediye binasının, pek çok yapının yıkılmış yerine beton binalar kondurulmuş olduğunu görmek bana çok acı geldi.
‘Anıya Benzer’ adlı anı-deneme kitabı taslağında yer alan ve yetiştirme yurdunda yaşadığı unutulmaz bir anısı da vardı Öğretmen Özerol’un. Engelli bir çocuğun dramıydı bu.
“1975 yılı yazıydı. Urfa Yetiştirme Yurdu’nda görev yapıyordum. Günlerden bir gün bir çocuk getirdiler. Konuşamıyor, sağ yanı felçli ve de kimsesiz… Valilik ‘uygun bir yere yerleştirilinceye kadar barındırılması uygun görülmüştür’ diyerek göndermiş resmi yazıyla.
İlk geldiği andan itibaren sorun çıkarmaya başladı. Diğer çocuklara saldırıyor, onları ısırıyor, gece yattığı ranzadan düşüyor, bayılıyordu. Yani nöbet de geçiriyordu. Konuşamadığı için adını, kimin nesi olduğunu, nereden geldiğini kimse bilmiyordu. Kimliği yoktu. Birkaç gün bu haliyle idare ettik. Geceleri kayboluyordu. Birkaç kez sinemadan getirdim. Ya birisi söylüyordu, ya da ben rastlıyordum. Bir keresinde sinemanın perdesinin arkasında uyuyordu. Başka bir kez perdenin arkasından diğer sinemadaki perdeyi seyrederken bulmuştum.
Nöbetçi olduğum bir gün gece saat on ikiye yakın telefon geldi. Zabıta çocuğu bulduğunu söylüyordu. Müdürün ‘katiyetle içeri almayın’ dediğini aktardım.
‘Peki, ne yapalım biz bu çocuğu?’ dedi.
‘Karakola götürün’ dedim.
Aradan beş dakika geçmeden yine telefon:
‘Sarayönü Polis Karakolu’ndan memur Abbas Duran… Zabıta buraya bir çocuk getirdi. Sizin çocuğunuzmuş. Ne yapacağız biz bunu?’
Ona da müdürün tutumunu ve söylediklerini aktardım. Karakolda tutamayacağını mümkünse almamızı söyledi yeniden. Onu geceleri dışarıda arayan, sinemalardan alıp gelen bendim. Dışarıda kalmasını istemiyordum elbette ki. Bunu da anlattım polis memuruna. Abbas Duran hemşerimdi.
‘Hemşerim, hele bu gece de idare edin. Yarın müdürle konuşursunuz.’
Göndermesini söyledim. On dakika geçmeden belediye zabıtasının arabası ile çocuğu getirdiler. Bekçi ‘almam’ diyor, başka bir şey demiyordu. Zabıta memuru çocuğa acıdığını tekrarlıyordu. Sorumluluğu üzerime alarak çocuğu alıp yerine yatırdık. Saat yarımı geçmişti.
Erkesi gün müdür geldiğinde bekçiye söylenmeye başladı. Çocuğu orada görmüştü.
‘Ben, onu içeri almayın demedim mi? Benden izinsiz nasıl alırsınız?’
Bulunduğum yere geliyordu. Sakinleşmesini ve valilikten gelen yazıyı okumasını söyledim. Çünkü ‘burada amir sen misin, ben miyim?’ diyordu bağırarak.
Sustu ve müdür odasına yöneldi. Bir süre sonra da sessizce yanıma gelerek şöyle dedi:
‘Yahu gusura bakma Süleyman Beg. Bu çocuk beni deli etti. Evde bile huzurum kalmadı bunun yüzünden. Sen haklısın…’
Bu olaydan sonra çocukta herhangi bir değişme olmadı. Müdür de aynı yılgın tavrını sürdürüyor, bir an önce çocuğu başından savmak istiyordu. Bir gün dayanamadım çocuğun elinden tutup sağlık müdürlüğüne gittim. Valilik Sağlık Müdürlüğü kanalıyla göndermişti bize çocuğu. Doktor Hüsnü Birlik oradaydı.
‘Doktor Bey, bu çocuğun yüzünden müdürle sürekli tartışıyoruz. Ne çocuğun sorunları bitiyor ne de yurtta huzurumuz kaldı. Ne yapacağız biz? Ne zaman uygun bir yere yerleştirilecek bu çocuk?’
Bir bana bir doktora bakan çocuğun gözleri ışıl ışıldı. Doktor bir süre sessiz kaldıktan sonra, ‘ne yapmamı istiyorsunuz?’ dedi.
‘Durumunu belirten bir rapor yazın. Hiç olmazsa bulunsun.’
‘Ben rapor yazamam. Bu çocukta bir şey yok. Elazığ’a mı gönderelim?’
‘Neden olmasın? Yarın birisinin yüzünü, dilini ya da elini dişleyip koparırsa ne olacak? Ya ranzadan düşüp ölürse ne yapacağız?’
Doktor bir süre düşündükten sonra çocuğa baktı. O ise bir doktora bir bana, bazen de çevresine bakıyordu. Gözleri ışıl ışıldı… Çocuğun sevki yapıldı sonunda Elazığ’a. Ancak oradan ‘herhangi bir şeyi yok’ cevabı ile dönüldü, yine kaldı bizimle…
Müdür bir gün Viranşehir’e alıp gitti. Orada akrabaları mı varmış, neyse. Döndükten sonra çocuğu orada bıraktığını söyledi. Yani açıkça, halk deyimiyle seyiplemişti…(özgür bırakmıştı). Bu olaya o kadar üzülmüştüm ki, müdürle tayinimin çıktığı eylül ayına kadar bir aya yakın konuşmadım. Hep davranışları, yarım felçli durumu, sinemada uyuması, karşı sinemayı seyretmesi, bayılması ve ışıl ışıl gözleri aklıma geliyordu…
Müdür için ise şunları söylemek istiyorum; O bir anne değildi, baba ise hiç olamazdı.”
Yıllar sonra bir davet üzerine yeniden Urfa’ya gelme şansı olmuştu Öğretmen Özerol’un gördüğü değişimleri/değişmeyenleri şöyle anlatıyordu:
“Bir öyküde, ağanın on sekiz köyü olduğundan söz ediyordu. Bu benim aklıma sığmıyordu. Nasıl olur da bir kişi on sekiz köye sahip olurdu? Yarım yüzyıl önce buraya geldiğimde değil 18, 58 köyü olan ağa duymuştum. Bugün bu durumun çok da fazla değiştiğini düşünemiyorum. Pek çok tarihi yapı yok edilmiş, betonlaşmaya özen gösterilmiş. Kısaca, bugünkü Urfa’nın toplumsal değer yargıları ve çağdaş gelişme durumları karşısında yarım yüzyıl önceki Urfa’nın gerisinde kaldığını belirtmek isterim. “
Şanlıurfa’da unutmadığı, hala görüştüğü isimler de var Öğretmen Özerol’un…
Sayın Naci İpek’i saygıyla anmak istiyorum.
Kısas’tan söz edersek; halk ozanlığı geleneği içinde yer alan bir eğitimci-gazeteci olarak iletişimimi kesmedim. Kısas Ortaokulundan öğrencilerimizden Veli Aykut (Dertli Divani) ve Halil Elveren (Berdari) Ankara’da Halk Ozanları Kültür Derneği ve çeşitli etkinliklerde bir araya geldiğimiz kişiler. Oğlum Ozan Kısas’a gittiğimizde kırklı idi. Bir rahatsızlığından dolayı sünnet olması gerektiğinde Çiftehan’da sünnetçi Gâvur Ali adlı berbere gittik. Bizi taksisi ile Urfa’ya getiren ev sahibimizin damadı Mehmet Aran da kirvemiz oldu.
Çoğunluğu aranızdan ayrılmış olan bazı arkadaşlarımı anmak istiyorum.
Debbo Hallo, Sofu Memey, Kanco Hallo, Havrik, Bakıro, Cipçi Velo, Hille Hakkı, Hille Hüseyin, İbey Dede, Memey Emmi, Kör Hallo, Loppey Memet, Kocey, Abta Kardaşlar (Hallo, İsmail, Halil, Cuma), Hakkey Mustafa, Vatha Teyze, Hillo Halley, Dudu Medine, Hacı Bekir, Cebir İbo, Hacı Ayıp, Tato Haşim, Karaca Bakır, Doksanda On, Tükancı Bakır, Hırço, Başkan Hallo, Addo Bektaş, Arfo İmam, Hamdullah Baba, Hafız, Karı Nene, Tivil, Zavurlu Hasan, Kısasın Nasrettin Hocası Nakı ve daha birçok Kısaslı… Ve zaman zaman kimini anarken üzüldüğüm, kimi zaman anarken düşündüğüm, kimini anarken gülümsediğim Kısaslılar… Aramızda olmayanlara Tanrıdan rahmet diliyorum.
Öğrenci ne ise öğretmen de odur… Bana bazı konularda görüşlerimi dile getirmede aracı olduğunuz için teşekkür ediyor; tüm okurlara saygı, sevgi ve selamlarımı iletiyorum.”